Bölüm 829 : Rezonans (2)

event 2 Eylül 2025
visibility 8 okuma
Kılıç Rezonansı... Kulağa basit gelen bir isim, ama kan, irade ve nesiller boyu süren başarısızlıkların ağırlığını taşıyor. Bu sadece bir teknik değildi. Anlayanlar için değil. Bu bir uyumdu. Kılıç, beden ve ruh tek bir bütün olarak hareket ettiğinde, hayır, tek bir bütün haline geldiğinde ortaya çıkan bir fenomen. Lucavion'un gözleri Rowen'ın kılıcının parıltısını takip etti, düşük uğultu, sadece eğitimli kılıç ustalarının duyabileceği bir kalp atışı gibi, aralarındaki havada hâlâ hafifçe titreşiyordu. Rezonans öğrenilen bir şey değildi. Yalnızca çaba göstererek elde edilebilen bir şey de değildi. O, bu maçtan çok önce bunu biliyordu. Parşömenlerden değil. Asil geleneklerden değil. Hafızasına kazınmış bir konuşmadan, hiçbir asilin hatırlamadığı kanlı bir savaşın cephelerinde kendisine kazınmış bir konuşmadan. Gerald bir keresinde bundan bahsetmişti. "Kılıç Rezonansı," diye mırıldanmıştı ustası, elleri savaş alanının kiriyle lekelenmiş halde. Yıkık bir taş parapetin arkasında oturuyorlardı. Lucavion, üç gün süren kuşatmanın ardından nefesini topluyordu. Bu kuşatma, onun ait olduğu birliğin yarısını yok etmişti. Kimse mezar taşlarına isimlerini kazımaya zahmet etmezdi. "Asla ulaşamadım," demişti Gerald, sesi sabit ama uzak. "Kılıç tekniklerimi ne kadar geliştirirsem geliştireyim... mana kanallarımı ne kadar hassas bir şekilde hizalasam da. Asla bana cevap vermedi." Lucavion o zaman ona bakmıştı — tek başına sıfırdan bir mana biriktirme tekniği geliştiren bu adama. Canavarlar arasında bir dahi. Öfkelendiğinde tek bir vuruşla tüm savaş yolunu susturabilen biri. "Ama neden?" diye sormuştu Lucavion, yüzünü kaplayan isin altından gerçek bir merak sızıyordu. Gerald'ın gözleri gökyüzüne kaymış, ses tonu okunamaz hale gelmişti. Gerald'ın gözleri gökyüzüne kaymış, sesi okunamaz hale gelmişti. Ve sonra... Lucavion'un o dudaklardan nadiren duyduğu bir şey söyledi. "Bilmiyorum." "Yapamam" değil. "Belki" değil. Ama bu üç kelime... Sessiz, yalın, korumasız. Lucavion bir kez gözlerini kırptı. Cevaptan değil, içindeki gerçeklikten dolayı hazırlıksız yakalanmıştı. Her zaman sakin, keskin ve yenilmez görünen bir adamın çatlaklarından sızan ham dürüstlük. Gerald, kanla yapışmış saçlarını eliyle taradı, bu hareket her zamankinden daha yavaştı. "Denedim. Tanrılar, eğer varsa, denediğimi bilirler. Uyumaktan daha fazla saatimi kılıç formlarımı geliştirmekle geçirdim. Damarlarım kabarcıklar oluşana kadar her düğüme mana döktüm. Savaşın akışını ondalık basamağa kadar hesaplayabilirim. Yürütme sırasında darbeleri parçalayabilirim. Ama yine de başaramadım." Lucavion sessizdi. Hâlâ yaşlı adamın yanında çömelmiş, elleriyle gereğinden fazla kan bulaşmış kılıcı boş boş temizliyordu. Gerald'ın sesi daha da alçaldı. "Belki de... sonunda ben bir kılıç ustası değildim. Kalbimde değildim. Vücudum hareketi hatırlıyordu. Manam ritmi taklit edebiliyordu. Ama rezonans... rezonans hesaplamaya cevap vermez. Başka bir şeye cevap verir." Bir kez acı bir şekilde güldü. "Vücudun manasını sınırlarına kadar manipüle eden teknikler geliştirdim. Beş yıldan kısa bir sürede iki yıldızlı birini dört yıldızlıya yükseltebilen bir çekirdek sıkıştırma dizisi geliştirdim. Ama o tek şey, Kılıç Rezonansı, her zaman ulaşılamaz bir yerde duruyordu." Uzun bir sessizlik. Sonra Lucavion'a yan gözle baktı. "Sen de oraya ulaşamadın." Bir ifade. Yargı değil. Sadece... gerçek. Lucavion hiç irkilmedi. "Biliyorum." Ama içinde bir şey kıpırdadı. Gerald'ın gözleri bir an daha üzerinde durduktan sonra tekrar başka yöne çevrildi. "Bu iyi bir şey olabilir. Senin için." Lucavion kaşlarını çattı. "Ne demek istiyorsun?" "Demek istediğim, izin istemezsin." Efendisi parçalanmış taşa yaslandı, bakışları uzaklardaki savaş alanına takıldı. "Kılıcının şarkı söylemesini beklemezsin. Sen sadece... onu çığlık attırırsın." O zamanlar Lucavion bunun ne anlama geldiğini tam olarak anlamamıştı. Ama gençliğinde bile, içinden geçen garip bir titremeyi hatırlıyordu. İçinde kıvrılan arzu — aynı anda hem sıcak hem soğuk. O lanet olası yaşlı adamı geçmek. Nefretten değil. Gururdan da değil. Ama eğer başaramazsa... Eğer tüm dehası, mana ustalığı, taktiksel zekasıyla bile kılıcın gerçeğine ulaşamazsa... O zaman Lucavion... Zorunda olduğu için değil. Çünkü istediği için. Gerald'ın ulaşamadığı yere ulaşmak için. Ustasının çizdiği ama hiç yürümediği yola adım atmak için. [Kılıç Rezonansı] kavramını, yani insan ve kılıç arasındaki anlaşılması zor bağı, kendine mal etmek için. Geleneklerle değil. Miras alınan formlar ve dalgalanan cüppelerle değil. Kan ve başkaldırı ile onu şekillendirerek. Bu nasıl bir his olurdu? Bu soru o zamandan beri onu rahatsız ediyordu. Kılıç bir alet olmaktan çıkarsa nasıl bir his olurdu? Elin bir uzantısı olmaktan çıkıp, bunun yerine kalbin sesi haline gelmek nasıl bir his olurdu? Gerald bir keresinde rezonansın başka bir şeye ihtiyaç duyduğunu söylemişti. Adı konmamış bir şeye. Lucavion yıllarca bu konuyu düşünmüştü. Niyetin mi olduğunu merak etmişti. İnanç mı? Sevgi. Kayıp. Belki hepsi. Bilmiyordu. Ama bildiği bir şey vardı: Tüm öngörülemezliğine, kaosun içindeki tüm hassasiyetine rağmen, kılıcı hala tek başına bir sesdi. Net. Keskin. Ama yalnız. Şarkı söylemiyordu. Henüz. Ama şimdi... Rowen'la karşı karşıya... Lucavion'un gözleri kısıldı, [Rezonans]'ın uğultusu ikinci bir kalp atışı gibi derisine baskı yapıyordu. Rowen'ın kılıcı sadece hızlı değildi. Konuşuyordu. Havayı çelik gibi değil, bir beyan gibi kesiyordu. İçinde bir şey vardı — güçten değil, amaçtan gelen bir ağırlık. Miras. Görev. Tarih. Yüzlerce el tarafından eğitilmiş bir kılıç. Ve yine de... Lucavion bunu hissedebiliyordu. Sadece tehlikeyi değil. Aynı zamanda çekiciliği de. Kalbi daha hızlı atıyordu. Korkudan değil. Heyecandan değil. Açlıktan. "Demek bu... Kılıç Rezonansı. Bu sadece bir güç değildi. Sadece bir mana hilesi de değildi. Bu bir davetti. Şey... buna davet demek garip gelebilir. Ama Lucavion gerçekten öyle hissediyordu. Kılıçları her çarpıştığında... her çınlayan ÇIN sesi, her sekme, içgüdü ve nefesin uyum sağladığı her ince fark... Sanki uçurumun eşiğindeymiş gibi hissediyordu. Tam orada. Sanki içindeki bir iplik titriyor, geriliyordu — kopmaya, uyanmaya veya şarkı söylemeye hazırdı. Ama asla tam olarak. Henüz hiç. Bu çıldırtıcıydı. Rowen'ın kılıcı onu sadece püskürtmekle kalmadı, onu karşıladı. Misafir olarak değil. Bir meydan okuyucu olarak. Bir sınama. Ve Lucavion her karşılaştığında, sanki ruhu uzanıp ulaşamadığı bir melodiyi duymaya çalışıyormuş gibi, içindeki bir şey yukarı doğru tırmanıyordu. Sanki o rezonansın kapısı aralanmış gibiydi. Ama kimse ona nasıl geçeceğini söylememişti. Tekniği değil. Duruşunu da. Mana bile değil. Sadece bir his. Bir... boşluk. "Nerede?" Lucavion, kılıçları tekrar birbirine kenetlendiğinde, aralarında güç çatışması yaşanırken düşündü. "Eksik olan adım nerede?" Bunu hissetti — kanında. Derisinin altında bir gerginlik. Korku değil. Özlem. Çünkü hayatında ilk kez, kaos ve uçuşan kıvılcımların ortasında, Lucavion rakibini yenmeye çalışmıyordu. Hakimiyet kurmaya, zekasıyla alt etmeye, ezmeye çalışmıyordu. Bir şeye dokunmaya çalışıyordu. Attığı her darbe sadece bir saldırı değildi. Bir soruydu. Bu mu? Bu yeterli mi? Şimdi ulaşabilir miyim? Ama cevap her zaman bir nefes uzaklıktaydı. Kavramak için çok uzaktı. Göz ardı edemeyecek kadar yakındı. Duygusal bir paradoks.

comment Yorumlar

Bölümler

Sorun Bildir

Karşılaştığınız sorunu detaylı bir şekilde açıklayın: